Murakabe


İkindi sonrası hafızı dinlemeye çekilmişti son cemaat yerinin, orta bölümüne açılan, cümle kapısının hemen ardına.
Mukabele okurken Hafız efendi, şâheser camiinin kubbelerinde yankılanıyordu Rahman’ir Rahim’in kâinata söylediği ayetleri...
Kubbe eteğinde ve kasnaktaki pencerelerin çevresinde bulunan kalem işlerinde, mercan kırmızısı, lacivert, turuncu, gök mavi, sarı ve pek az yeşil renkler kullanılmıştı. Renk armonisini keyifle yudumlarken beri taraftan yaslanmıştı sütuna.
Sütun kubbeyi, kubbe ise gök kubbeyi tutuyordu .
Düşünüyordu kimdi taşıyan?
Sütun mu, kubbe mi, gök kubbe mi?
Belki de tümü kendi omuzlarına çöken yükten daha az taşıyıcılardı.
Kendi yükü kendine göre muazzamdı.
İki büklüm olmuştu ama direniyordu dizlerinin üzerine çökmemek için. Sindirememişti bir türlü inandıklarından kendilerine yapılan haksızlığı.
Oysa pazarda önünden geçen küfe taşıyan hamala özenmişti hamalın ardından bakarken.
Ne de olsa taşıdığı yüktü.
Taşıyan da hamal.
Oysa kendi dert taşır, taş taşımayı tercih etse de...
Hemen yanı başında, işte üç kişi bağdaş kurmuş Çamlıca Tepesi’ne kondurulacak moda tartışma Cami’yi konuşuyorlardı.
Seyrek uzun beyaz saçlı olanı;
-“Beyler, zaten yüz metre aşağısında yapılar var, tepe çok da doğal değil” dedi.
Takkeli diğer iki şahıstan konuşmasından Karadenizli olduğu belli olanı;
-“Elhamdülillah, Reis abi en görkemlisini yapacak konduracak oraya” dedi ve tasdiklediler birbirlerini...
Muhtemelen takkesinin renginden Trabzonsporlu olduğu da belliydi.
Bu denli takımını seven bir kişiden "Türk Futbolunu" kurtarma adına yapılanları kendi takımına reva görülen haksızlığı görmezden gelmesi doğrusu anlaşılır bir vakıa değildi.
Kendini yokladı.
Yoktu belki bordo ince çizgili gök kubbeyi andıran mavi takkesi.
Ama haksızlığa dur diyeniydi işte. Bir an gülümsedi varsın olmasın gök kubbe gibi bordo mavi takkesi...
Yüreği tüm cihana teşmil hak arayan bir vicdanı vardı.
Oysa şahit olduğu bu tekçil ve kabul anlayışı en çok da güç sarhoşluğunda olanlara zarardı.
Artık kimse;
-Eğer bir hata yaparsan seni şu kılıcımla düzeltirim, demiyor
Söze muhatap olamayan da
-Şükür, bana hatamı söyleyecek bir topluluk nasip ettin diye yaratana yakaramıyordu!
Camidekiler sorgulamıyor, üstelik yapılanlara rıza gösteriyorlardı.
Bu böyle bir şeydi.
Artık şehir, eski şehir değildi.
Yükseldikçe yükseleceğini sananların şehriydi bu şehir.
Ya içindekiler...
Ne çok teslimciydiler…
Ne çok birileri daha iyi iş görücüydüler...
Ne çok tasdikleyiciydiler...
Kimse murakabe yapmıyordu.
Hiç sorgulamaz hiç de akıl etmezlerdi...
Oysa ne çok emredilirdi akıl etmeleri!
En çok da bu camileri yapanlar "iyiliği emret kötülükten alı koy" düsturunu şiâr edinmişlerdi.
Her konuda iyiliği emredici,
Her konuda kötülüğü alıkoyucu olmalıydılar; dilleriyle, elleriyle, kalpleriyle...
Heyhat koşulsuz teslim olmuştu mahalledekiler ve "haksızlık karşısında susan şeytandır" mübarek sözü onlara pek bir şey anlatmıyordu.
Hâlbuki ´haksızlık karşısında susan diller´, Hakk´ın hatırını feda etmişlerdir. Hakkın hatırı âlidir; hiçbir hatıra, hiç bir şeye, hiç bir kimseye, hiç bir zümreye feda edilemezdi.
Her şey yüktü işte.
Tüm bunları dert edinmiş, sığındığı Camii'nde bile bu yük ona hatırlatılmıştı.
Kaçamıyordu denese de! 
İnandıklarından gelen haksızlık dayatması onu fena halde hırpalamıştı.
Artık yan yana olduklarından bitaraf olmuştu


Yorgundu.
Bitap düşeniydi.
Derdini seven, yük taşıyanıydı...

O an, Şeyh’ul Mimarî’nin gök kubbeyi andıran kubbesini çınlatan, müezzinden yüreklere akan ayet ne diyordu:
"Allah, muhakkak ki sabredenlerle beraberdir".
Artık, adaleti şiâr edinmiş, biat kültürü yerine eleştiri ve tartışma kültürünü benimsemiş gök kubbeyi tutan bir nesili bekleyecekti.
 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

LÂMELİF

Belediye Seçimi Gelecek Seçimi

Yerelden Genele Selam Kazansın