Kalk Oğlum!
Yatağında doğrulmuş, kafasını iki elinin içine hapsetmiş, öylece oturuyordu. Beklediği sesi duyamamıştı! “Kalk oğlum okula geç kalacaksın” diyeni artık yoktu. Hep homurdanır yatağından hiç kalkmak istemezdi o sese. Şimdi ise nelerini vermezdi o ses için. Boşluğa bakan gözleri ve karınca yürüyüşünü duyacak kulakları işe yaramıyordu… Yoktu işte, sesi de yoktu kendi de. Başını, saçlarını okşayacak nasırlı eller de artık yoktu. Gözlerine bakınca ışıl ışıl gemici feneri gibi olan o gözler de yoktu. Kızgındı. “Neden benim babam, neden neden” diyordu. Neden kalkıp gelmişlerdi kuzeyden, doğduğu topraklardan. Trabzon’dan. Madencilikte neyin nesiydi? Ah Babacığım, ah benim dağ babacığım. Karanlıklarda kaldın bizim aydınlığımız için. Ah Babacığım. Dağ Babacığım. Kaya Babacığım. Hatırladı üç yıl öncesini çok sevinmişler çok sarılmışlardı. Sonunu getirememişlerdi… Ama diyordu ki babası “elbet var bir bit yeniği bu işte oğul”! Güçlüler ellerinden arak...