O verdi, O aldı


Dede yadigârı ahşap ev, cumbalıydı. Mahallede her geçen gün etrafı çepeçevre saran beton ormanına, bütün gücüyle direnmeye çalışıyordu. Kaç defa komşu teahhitkapıya kadar gelip, kat karşılığı cazip tekliflerde bulunmuştu. Kaç kez mahalleli bu köhne ev bizi de yakacak” diye dedikodu yapmıştı. Neyse ki, evin sahipleri, burada yaşamayı seviyordu. İşte bu sevgi, yaşlı eve baskılara direnmesi için büyük bir güç veriyordu. 
Çatısı dahil evin her bir köşesi pek çok kez elden geçmişti. Pencere pervazlarında asılı duran rengârenk saksılardaki mevsimlik çiçeklerden insan gözünü alamazdı. Fesleğenler, kasımpatılar, begonviller koku ve renkleriyle eski evin süsü gibiydiler. Avlusunda tek kalan ıhlamur ağacı da mevsiminde etrafa yaydığı rayihasıyla tüm mahalleliyi insafa davet ederdi. Çok sonradan gölgeliğine doğrusokuşturulan oturma yeri, misafirlere ikramda bulunmak için hoş bir mekan haline gelmişti. 
Evin içi de, zamanla değiştirilmişti. Kapıları, pencere pervazları yenilenmiş; merdiven altına küçük bir mutfak bile ilave edilmişti. Yenilenen üst kattaki kestane döşeme, üzerinde her yüründüğünde kağnıların çıkardığı o sesi hatırlatırdı. Evin ahşap dış cephesinden içeriye sızan rüzgâr, davetsiz misafir mesabesindeydiGeçen kış, çıkma tenekeler ile o rüzgâr alan kısımları kapatmıştı da çoluk çocuk kış boyu rahat etmişlerdi.  
Peygamberler şehri Şanlıurfa’ya bağlı kasaba irisi ilçede küçük bir manifaturacı dükkânı vardı. Yazın düğünlerle beraber işleri açılır, sonbahar ve kış zamanlarında ise kalabalık ailesinin nafakasını temin edecek kadar iş olurdu. Ancak, şükrünü hiç ihmal etmezdi Cemal.
O gece de kendini yorgun argın bir halde eve atmış,iftar sofrasının etrafında toplanmış çocuklarını gönce, tümyorgunluğu gidivermişti.
Hanımı Zeliha ile her göz göze geldiğinde dilinden asla söyleyemediği bir çok güzel kelimeyi zihninden geçirirdi. Hoş, Zeliha’daCemal’in bakışlarından her şeyi anlardı.Anlardı anlamasına da, varsın dile getirmesin diye düşünürdü. 
Ramazan ayı arefesinde eşinin aldığı set üstü ocak işini epey kolaylaştırmıştı. Öyle sevinmişti ki, ne dualar ediyordu eşine. Artık yemek yapmak için odun yakması gerekmiyor, saatlerce ocaklıkta kalmıyordu hem. Set üstü dört göz ocakta çay demler, Cemal’i ile dış avludaki ıhlamur ağacının altında, güzel sohbetler eşliğinde içerlerdi. 
O gece de çay içmişlerdi ama yorgunluktan olsa gerek ay tam tepeye varmadan yatmak için üst kattaki odasına çıkmıştı Cemal. Sekiz çocuğun en küçüğü ve tabi ki en nazlısı Metin, beş yaşında olmanın verdiği merak ile bir türlü uyumak bilmiyordu. Ablaları ve ağabeyleri gibi sahura kalkmak, oruç tutmak hevesindeydi. Cemal, oğlunınsaçlarını okşayıp öpmüş, zor uyutmuştu. Sonra her adımda inilti çıkaran merdivenlerden olabildiğince yavaş odasına doğru çıkmıştı.
Zeliha, katlanmış çizgili pijamalarını her daim yatağın ucuna koyardı. Cemal’i rahat etsin diye. O da hızlıca giyer ve hemen uykuya dalardı. Nihayet herkes uyumuş, ev, derin bir sessizliğe bürünmüştü. 
Ne kadar bir süre geçti bilinmez, bir ses duyuyordu Cemal. Uyanmak istiyor ama bir türlü ağır uykudan uyanamıyordu. Ses, Metin’in ağlama sesiydi sanki. İnceden geliyor ama geceyi ıslık gibi kesiyor, birçok parçaya ayırıyordu. Odayı kaplayan ağıduman, üstlerine çökmüş,adeta geçmişe kalın bir perde çekiyordu. Bir müddet sonra dışarıdan avaz avaz gelen yangın var, yangın var” bağrışlarına rağmen yüzüne sıvazlayan sıcaklık olmasaydı yine de uyanamayacaktı.
Evde yangın çıkmıştı. Panikle Zelihaaaa kalk!” diye haykırdı. Ne var ki, Zeliha’dan ses çıkmadı. Alevler kalın perdeleri yalamış, dolapları, tahta duvara asılı çerçeve içindeki evlilik fotoğraflarını yutuyordu.
Yataktan rlamış, sürünerek merdivenin başına kadar ancak gelebilmişti ki, gözleri karardı ve belli belirsiz bir sesle Metin, Ayşe, Fidan diye seslenerek oracıkta boylu boyunca uzandı kaldı.
Gecenin kör bir vaktinde mutfak tüpünden sızan gaz, çaydanlığın harından alev almış, geçmişi ve geleceği bir anda silip süpürmüştü.
Artık Cemal’in gözleri, sonsuzluğa bakan sessizlikteydi. İçi yangın yeri, dili ise lal olmuştu. Bir hafta kendini bilmeden yatmış, uyandığında ise içinin yangınını kimseler söndürememişti. Izdırabı alev gibi içini yakıp kavuruyordu çünkü. Tükenmiş, bitmişti sanki. Canlı bir cenaze gibiydi. Kimseyi tanımıyor, kimseler ile konuşmuyordu. 
Hastaneden taburcu olduktan sonra, konu komşu onu, üzerinde ıslak toprağın henüz kurumadığı dokuz taze mezarın başına getirdiklerinde, sadece dizlerinin üzerine çömelmiş, hissizce mezarlara yudum yudum bakabilmişti.Evi yanmış, barkı yanmış eşi ve çocukları yanmış. Dünyası kararmış bir adamdı artık o. Bitik bir adam.
O adam, adım adım ta Urfa’dan İstanbul’a kadar yürümüş, yürümüş de içindeki yangının ateşi biran olsun dinmemişti. Binbir meşakkatle yürüdüğü onca yol, her adımda geçmişinden uzaktı ama yine her adımda geçmişinin alev günlerine adımlardı. Her adım bir nefes serinlik olması duasıydı ama heyhat içindeki yangın çok büyüktü. Adım adım sönecek gibi de değildi. 
İşte İstanbul, nazlı şehir. Tüm ihtişamı ile karşısında duruyordu. Neredeyse uzanıp Süleymaniye’nin kalem gibi minarelerine dokunacaktı. Nice acizlerin, ümit ışığı olmuş payitaht şehir. Göğe yükselen minareleriyle, bağrında gizlediği nice evliyalarıyla asırlardır şehirlerin efendisi Mekke’nin, Medine’nin, Kudüs’ün kardeşi bu şehir ona da çare olabilecek miydi
Denizin kenarına kadar yürümüş, Kuş Konmaz Camiine sırtını vermiş, karşı kıyıdaki Ayasofya’nın üzerine çalan kırmızı gün doğumunu gözleri ile içiyordu adetaUzun yoldan sonra ilk kez nefeslenmişti. Bağrındaki yangın,denizden gelen meltemle biraz olsun sakinleşmişti. Saçı sakalı birbirine girmiş meczup bir derviş hali vardı. Yerinde duramıyor, içi içine sığmıyordu. Uzun yoldan gelmek için değil, gitmek içindi adımlarıHer adım inci mercan Subhanallah tesbihiydi. Sıkıntı ve kederinin şiddetini, her adımda halini bilen Rabbine arz ediyordu. O değil miydi Samed? Şüphesiz! Ondan geldik ve O’na döndürüleceğiz diye mırıldandı. Kendisi halini itirazen değil imtihanen O’na arz ediyordu. Sabır sığındığı tek limandı. Her adımda Onunla konuşacak Ona hamd edecekti. Adımları, vuslata ermek için değil de hamdini artırmak içindi. Güneş yükselmiş, ortalık kalabalıklaşmaya başlamıştı. Ne garip,kalabalıklar içinde yapayalnızdı. Paltosunun yakalarını kaldırdı başını eğerek içine girmeye çalıştı. Yaslandığı camii duvarının dibine çömeldi. Bir müddet sonra gözleri karanlığa daldı.
Günler su gibi akıp geçiyor ama ızdırabı bir türlü dinmek bilmiyordu. Efendimizin (SAV) mihmandarı Hz. Eyüp Sultan’a sığınmış, onun haziresinde kabirlerin üstünde uyumuş, avurtları çökmüş, saçı sakalı ağarmış ve birbirine karışmış, hırpani kılıkta, yaz kış üzerinden çıkarmadığı lime lime olmuş paltosu ile kah türbede kah camii avlusunda, kah kabristanda gününü öldürmeye daha doğrusu yangınını söndürmeye çalışmıştı. 
Cami cemaatinin önce yadırgadığı, zamanla alıştığı ama hakkında çok fazla bir şey bilmediği bu suskun ve meczup(!) adam, yine bir Ramazan gününde türbe kapsının girişinde oturduğu mermer basamağın üzerinde küçük bir çocuğun kendisine uzattığı simitle birden kendine geliverdi. Hıçkırarak döktüğü gözyaşları, nihayet içindeki yangını söndürmüştü.
Doyamadığı küçük oğlu Metin’e benzettiğinden olsa gerek, simit veren o çocuğu öpüp koklamaya başladı.Çocuğun babası bu manzaradan çok etkilenmiş, küçük bir araştırma ile öğrendiklerinden sonra da artık iyice yaşlanmış haldeki Cemal Efendiye sahip çıkmaya karar vermişti.
Onu şirketine götürmüş, merkez binanın caddeye bakan küçük dükkanlarından birinde çköfte satmasına,geceleri de inşaat malzemeleri satışı yapan iş yerinin arkasındaki kulübede kalmasına, bir nevi bekçilik yapmasına da vesile olmuştu.
Cemal Efendinin bir sırrı vardı ki, bekçilik yaptığı uzun gecelerin birinde onu takip ederek bu sırrı çözdü. Cemal Efendi, her gece sabah namazından önce mahalledeki bütün çöp kutularını karıştırarak atılmış ekmekleri topluyor, namazdan sonra da deniz kenarına inip, bu ekmekleri yok olmuş dokuz kişilik ailesine ithafendokuz ayrı noktadan balıklara atıyordu.
Her nokta, her bir evladı ve eşi idi. Ağzında duası, göz pınarlarında yaşı hiç eksik olmuyordu; her denize ekmek bırakışında şöyle mırıldanıyordu; verdi, O aldı.”

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

LÂMELİF

Yerelden Genele Selam Kazansın

Belediye Seçimi Gelecek Seçimi